Ali Rıza Özkan

Ali Rıza Özkan

TÜRK DİLİ BAYRAMI KUTLU OLSUN

 Bugün Türk Dili Bayramı.

Dil Bayramımız kutlu olsun!

Bugün Türk Dil Kurumu olarak bildiğimiz örgüt, 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulmuştu. Örgüt, “Birinci Türk Dili Kurultayı”nı 26 Eylül-6 Ekim 1932 tarihleri arasında yaptı.

2 Temmuz 1932'de başlayan ve 11 Temmuz'da sona eren “Birinci Türk Tarih Kongresi”nde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Çankaya'da dil bilimcilerle bir toplantı düzenlemiş ve “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun” demişti.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurucuları arasında hepsi milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan, Samih Rifat (Başkan), Ruşen Eşref (Ünaydın), Celal Sahir (Erozan) ve Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) beyler yer aldı.

Dil bilimcilerin yanı sıra, yazarların, farklı meslek kollarından aydınların ve halktan temsilcilerin de katıldığı kurultayda çalışma kolları kuruldu.

Ahmet Cevat (Emre) “Sözlük-Terim Kolu”, Ragıp Hulusi (Özden) “Derleme Kolu”, Hasan Ali (Yücel) “Lenguistik-Filoloji Kolu”, İbrahim Naci (Dilmen) “Yayın Kolu” başkanlığına getirildi.

89 yıl önce, çok sayıda bilim adamı, gazeteci, yazar, devlet adamı ve sanatçı gibi önemli meslek gruplarının toplandığı Türk Dili Kurultayı’nda Türkçe’nin önemini vurgulamak için 26 Eylül günü “Dil Bayramı” ilan edildi.

TÜRKÇE’NİN 3 TARİHİ DÖNEMECİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kurucu İradesi”nin Türkçe lehine kurduğu örgüt ve dil bayramı, dilimizin tarihimizde yaşadığı en önemli evrelerden üçüncüsüdür.

Daha önce, yine Anadolu’da, kimi tarihçilerimizin “Selçuklu Divanı”na, kimilerinin ise Prof. Dr. Fuad Köprülü gibi, Karamanoğlu Mehmet Bey’e atfettiği, 13 Mayıs 1277 tarihli “Şimden gerü hiç kimesne kapuda ve dîvânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayrı dil söylemeyeler.şeklindeki ferman, Türk dilinin devlet dili olması, gelişmesi ve gelecek nesillere nakledilebilmesinde önemli dönemeç oluşturuyor.

Bu fermanın, Selçuklu devletinden başlayarak, sonraki beyliklerde ve son olarak Osmanlı devletinde de Türk dilinin devlet dili oluşunda tayin edici katkısı olmuştur.

Ancak, Türk dilinin asıl evrende resmiyet kazanmasını, Kaşgarlı Mahmud’a borçluyuz.

Karahan Hanedan ailesinden Hüseyin Çağrı Tigin’in oğlu olan Kaşgarlı Mahmud, iktidar kavgalarından kaçarak, 25 yıl kadar bir sürede (1047-1072) Türk illerini dolaşarak hazırladığı “Dîvânü lugati’t-Türk eserini Abbasi Halifesi Muktedî’ye sunmasını, Türk dilinin varlığını dünyaya ilan ettiği ân olarak kabul edebiliriz.

Dünyada ilk İngilizce lügât kitabının 1604 yılında Robert Cawdrey tarafından, ilk Almanca lügatın ise, 16. yüzyıldan itibaren çeşitli küçük ölçekli çalışmalar olmakla birlikte, Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşler tarafından 1838 yılında hazırlanmaya başlandığını düşündüğümüzde, Kaşgarlı Mahmud’un eseri “Dîvânü lugati’t-Türkün, sadece Türk dili değil, aslında dünya dilbilim alanında eşsiz bir eser ve önemde olduğunu anlayabiliriz.

Robert Cawdrey’in “Table Alphabeticall eserinde 3000 kelime vardır, Grimm Kardeşler’in “Deutsches Wörterbuch” ise, 1852’de ilk kez yayınlandığında 2805 kelime içermektedir. Buna karşılık, 1072’de hazırlanan Dîvânü lugati’t-Türkte tam 8000 kelime vardır!

KAŞGARLI MAHMUD ŞİİR GECESİ

Türkiye Yazarlar Birliği’nin İstanbul Şubesi’nden, 25 Eylül günü için planlanan Kaşgarlı Mahmud Şiir Gecesi’ne katılmam yönünde davet alınca, tereddüt etmeden kabul ettim. Ancak, bir şartım vardı; ben şiir okumayacak, ama Kaşgar’a yaptığım ziyaret ve Kaşgarlı Mahmud Külliyesi hakkında konuşacaktım.

Teklifimi derhal ve sevinçle kabul eden şair İmran Fedai kardeşime ve TYB İstanbul Şube Başkanı Sayın Mahmut Bıyıklı’ya, bana imkan tanıdıkları için bir kez daha teşekkür etmek isterim.

Konuşmama başlarken de söyledim, büyük yazarımız Aziz Nesin’in ifadesiyle, “her iki kişiden 3’ünün şair olduğu” bir toplumda, şiir okumak bana düşmezdi. Kaşgar’dan ve Kaşgarlı Mahmud’un Türk dili ve Türk medeniyeti açısından önemi hakkında birkaç kelime söz etmeyi tercih ettim.

KAŞGAR VE KAŞGARLI MAHMUD BİZE NE ÖĞRETİYOR?

Dünyanın en eski ve halen içinde yaşanan ender habitatlarından olan Kaşgar, yılmadan ve yıkılmadan, Türk tarihi ve Türk uygarlığı hakkındaki yanlışlarımızı yüzümüze vuruyor.

Türklüğü göçebe kültürüne indirgeyen, Türkleri ise, çocukluğumuzdan itibaren beynimize işledikleri Malkoçoğlu/Tarkan figürleri ile at üstünde fetihçi karakterlere hapseden bir anlayışı kökten değiştirmek ve uygarlık kavramını Türk tarihi içerisinde yeniden ele almak zorundayız.

 Örneğin; Berlin’deki National Galerie’de halen incelenmeyi bekleyen ve Mısır’da bulunan papirüslerden yüzlerce yıl daha eski, Turfan yakınlarındaki Bezeklik vadisinde bulunan “kitap”lar, dünya yazı tarihini değiştirecek önemdedir.

Örneğin; literatüre “Uygur Tebabeti” olarak geçen tedavi/sağaltımı sadece anlık değil, bir hayat felsefesi olarak benimseyen ve uygulayan metodu, dünya tıp tarihine eklenmeyi bekliyor. Nasıl ve ne yediğimizi, nasıl uyuduğumuzu, nasıl hareket ettiğimizi, ne düşündüğümüzü ve benzeri noktalardan hareketle sağlıklı yaşamın nasıl kurulacağını bilimsel metodolojiye dönüştürmüş olan “Uygur Tebabeti” fetihçi-göçer bir uygarlığın ürünü olamaz.

Örneğin; “Karız” olarak bilinen, Tanrı dağlarından, Tarım ovasına ortalama 60 ile 100 kilometrelik bir mesafeden, yerin altına, 110 ile 75 metre arası derinliklerde, toplamda 5 bin kilometreden fazla, yüzlerce su kanalları açarak, sulu tarım yapmış bir toplumu fetihçi-göçer bir topluluk olarak nasıl itibarsızlaştırabiliriz? Halen dahi kullanılan bu “Karız”ları meydana getirmenin dahi yıllar alabileceğini, gerekli mühendislik bilgisini, gerekli işgücünü birlikte düşünmek üzere, bundan en az 2500 yıl önce inşa edildiklerini de lütfen göz önünde bulundurun.

Hâsılı, her noktasını gezmiş ve gözlem yapmış olmaktan büyük mutluluk duyduğum ve hem Orta Asya ve hem de Türk tarihi algılarım konusunda bütünüyle görüşlerimi yeniden düşünmeme vesile olan ân, Kaşgar’ın Opal köyünde bulunan Kaşgarlı Mahmud Külliyesi’nde, tepenin yaklaşık ortasında, Kaşgarlı Mahmud’un kendisinin diktiği ve hayatının son günlerini yaşamak için yurduna geri döndüğünde, her gün oraya gelerek okuyup yazdığı rivayet edilen söğüt ağacının altındaki gölgeye sığındığım ândı.

Hiç soluklanmayan tepenin rüzgarı yüzüme çarparken, kızgın güneşle inatlaşırcasına buhurunu kusan Kaşgar ovasını, karşımda bütün haşmetiyle yükselen Pamir dağlarını, arkasındaki Tacik illerini ve daha arkasındaki yurtları ovaları hayal ederek, Doğu uygarlığının sandığımızdan çok daha ileri bir uygarlık olduğunu anlamaya başladığımı düşündüm.  

Önceki ve Sonraki Yazılar