MEHMET ALİ KALKAN VE “UFUKLAR ARDI BİZİM”

Nabî gibi bizler de “Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd / Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz.” Yani, dedikten sonra küçük bir çeviri yapalım: “O gururla kaldırıp içtiğin kadeh var ya, gün gelir de dilenci çanağına döner; benzerlerini çok görmüşüz.”

İnsan kısım kısım, yer damar damar. Sıkça söz ederim: Günün dostu değil, gönül dostu olabilmek. Ya da gün bitene kadar değil, mezara kadar dost kalabilmek.

Gönül dostluğuna Yunus Emre ilke ve erdemlerinin gönüllere nakış nakış nakşedildiği Eskişehir’deki arkadaşlarımı, dostlarımı timsal gösterebilirim. Onlardan birinden söz edeceğim. Bir vefa simgesi: Mehmet Ali Kalkan.

Karamsarlık bulutları içinde üşüdüğünüz bir zamanda, dağlardan dağlara manevi aydınlık ve sıcaklık yayan bir çoban ateşi gibi onun hatır soran, “Bir isteğin var mı?” diyen sesini duyabilirsiniz.

Altı-yedi yıl önceydi. Mehmet Ali Kalkan’ın rehberliğinde “Gök Aradık Tuğlara”. Bugün o göklerin ufkunun arkasını gezeceğiz.

“Ufuklar Ardı Bizim” son şiir kitabının adı. Bizim olan ufukların ardını lütfen dize diize, kavraya kavraya okuyalım:

UFUKLAR ARDI BIZIM

Sinesi saf ne güzel,

İnsanın merdi bizim.

Gül'ce sarraf ne güzel,

Kelamın yurdu bizim.

Günü gelir kurur su,

Günü gelir durur su,

Günü gelir korur su,

Ufuklar ardı bizim.

Nefeslenirken uçlar,

Gönüllenir alıçlar,

Kından çıkar kılıçlar,

Övülmüş ordu bizim.

Dane, harmanın derler,

Hüküm fermanın derler,

Çakal ormanın derler,

Dağların kurdu bizim.

Bazen ayak baş olur,

Bazen kuru yaş olur,

Bazen toprak taş olur,

Dünyanın derdi bizim...

“Dörtnala gelip uzak Asya'dan / Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket bizim!” diyen Nazım’dan farklı bir perspektif içine dünden bugüne bizim insanımızı koyuvermiş.

Anlatım rahatlığına ve akıcılığına bir bakar mısınız? Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ından iki beyiti aktarıyorum:

“Zannetme ki şöyle böyle bir söz

Gel sen dahi söyle böyle bir söz”

Mehmet Ali Kalkan’ın şiirlerinin bütünün de “sehl-i mümteni” sanatının varlığını görüyoruz. Sehl-i mümteni, ilk bakışta kolay gibi görünen, ama benzeri söylenmeye çalışıldığında ne kadar güç olduğu anlaşılan yalın anlatımlara deniliyor.

Şair diyor ki:

Yarınlar dünle güzel,

Kalbimi dinle güzel,

Sevda seninle güzel,

Sen benimle güzelsin.

Bu dörtlükte yalnızca dört beş kelime var. Ama mutlu yarınlar ümit ediyorsak, geçmişin güzelliklerine artı değer kazandırmak, hatalarına düşmemek gerekir. Kalp der ki, sevda, sevgili ile güzeldir. Sevgili başkasının değil kalbin gördüğüdür. Mecnun’un çöl bedevisinin çirkin kızı Leyla’ya âşık olması, onu kalbindeki görüntüsünedir. Güzelliği on para etmeyen, Aşık Veysel’in gönlünde sevgilidir. Bu ilahi de olabilir.

Telmih sanatını yapabilmenin ön koşulu, geçmişi, tarihiyle, coğrafyasıyla, efsaneleriyle, inanç dünyasıyla, iz bırakan olaylarıyla hasılı büsbütün folkloruyla çok iyi bilmeyi gerektirir. Bilginin derinliğine göre, telmih çağrışımı da derinlik kazanır. Konu ile bütünleşir. Herkesin ağzında sakız olmuş olan bir darbımeseli göstermek sıradan olabilir. Yukarıya aldığım şiirden bir dörtlüğün çağrışımına dikkatinizi çekmek istiyorum:

“Nefeslenirken uçlar,

Gönüllenir alıçlar,

Kından çıkar kılıçlar,

Övülmüş ordu bizim.”

Bu dörtlük bana Yunus’un Hacıbektaş’a gönlünce armağan alıç toplayıp götürmesini, Hacı Bektaş Veli’nin Yunus Emre’ye “Buğday mı istersin yoksa nefes mi?” sorusunu çağrıştırıyor. Yine bu söylenişi çok kolay gibi gelen dörtlüğe yerleştirilen övülmüş ordu, Hz. Muhammed'in “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur,” sözlerini ve övgüsünü çağrıştırmaktadır.

Şöyle diyor:

Çağıl çağıl söyleşen,

Aklıma pınar gelir,

Söğütçe rüya desen,

Bir ulu çınar gelir.

Tekrir sanatı olan kelime tekrarının güzelliğini bir tarafa bırakalım.

Söğüt’te Osmanlı devletinin vücut bulmasından Osman Gazi’nin rüyasında Şeyh Edebali’den doğan ayın kendisine ulaşmasını, karnından bir ulu çınarın yükselmesini, altından suların akması vs. bu rüyayı yorumlayan Edebali’nin “Hak Te’âlâ sana ve nesline padişahlık verecek. Mübarek olsun. Kızım da senin helâlin olacak,” demesi gibi sayfalar dolusu bir menkıbeyi bize çağrıştırmıyor mu?

Mehmet Ali Kalkan’ın şiirleri içinde yedi ve onbir heceli olanlar var. Ama sekiz heceli şiirlere daha çok yer vermiş. Kıta esasına göre yazılmış Yunus semai ve ilahilerinin çoğunlukla yedi ve sekiz heceli olmasının etkisi olabilir.

Hoca Ahmet Yesevi felsefesi ve anlatım süreğini Yunus’a, Yunus’tan Mehmet Ali Kalkan’a getirebiliriz.

Yesevi, Aşk-ı Hikmet’te, Fetih suresine ilişkin tefekkür soncunda nasıl aydınlandığını anlatırken, ondaki ilahi aşkın tuhaf halleri gören hocasının uyardığı “sus” dediğini anlatır: “Bu aşkın coşkusunu ve sarhoşluğunu dışarıya vurmamam gerektiğini, sükût etmemi istedi. Ben de aşktan gözlerim yaşlarla dolu hâldeyken sustum; çaresiz ve sessiz kalıp öylece durdum işte.”

Mehmet Ali Kakan da Ahmet Yesevî’den bin yıl sonra susuyor:

“……..

Doruğunda gün bitesi,

İçerisi aşk tütesi,

Nedir sarp yokuş ötesi?

"Düz" dediler, sustum işte.

Toprakta can filizi var,

Göğümüzde gül izi var,

Muhabbetin denizi var,

"Yüz" dediler, sustum işte.

Gah ölüm var, gahi doğum,

Gâhi varım, gâhi yoğum,

Ney dediğin dokuz boğum,

"Söz" dediler, sustum işte ...

Mehmet Ali Kalkan’ın şiirini, Yunus arılığı, duruluğu içinde, kolay, herkesin anlayabileceği, az ve özlü, dizelerdeki kültür ummanı içinde bırakılan şamandıralar, diye tanımlayabilirim. İşte rast gele bir sayfadan karşıma çıkan dörtlükler:

Duman ağar göklere

Rahmetle yağar yere

Su olup ateşlere

Serilene aşk olsun.

Gün yol verir niceye,

Yol yolcuyla niceye

Geceye ve keçeye,

Sarılana aşk olsun.

Yağmurla ince ince,

Can alır nasibince.

Ve ölmüş yer yüzünce,

Dirilene aşk olsun.

İlk dörtlüğe bakalım, ateş, duman gök, yağmur, su birbiri ile ilgili kelimelerdir ki, anlamca birbiriyle ilgili sözcüklerin bir dizede, beyitte veya dörtlükte bir arada kullanılmasına tenasüp sanatı denir. Yağmurun rahmete benzetilmesi ve yağmur yerine rahmet kelimesinin kullanılması hem teşbih hem tezat sanatlarını oluşturmuş.

İkinci dörtlükte “y” sesinin sıkça kullanılmasının verdiği güzellik dikkatimizi çekiyor. Bazı ses ya da hecelerin tekrarıyla ses güzelliği yaratmaya aliterasyon sanatı diyoruz.

Gün ve gecenin kullanılmasına tezat diyebiliriz. Üçüncü dörtlükte ise “c” sesiyle aliterasyon yapılırken, ölü ve diri kelimeleriyle tezat sanatına örnek verilmiş.

Mehmet Al Kalkan’ın şiirlerinde diğer edebi sanat örneklerini verebiliriz. Ancak, konuları özgün ama yalnız ayakları açısından nazire, yani benzek sanatı niteliği taşıyan şiirlerinde de başarılı. Bir iki örnek vermek mümkün:

16. yy. Alevi şairlerinden Hasan Dede’nin hepiniz bildiği şiiri şöyle başlıyor:

“Eşrefoğlu al haberi

Bahçe biziz gül bizdedir

Biz de Mevla’nın kuluyuz

Yetmiş iki dil bizdedir.

…..”

Aynı ayağı kullanan Mehmet Ali Kalkan, “Gül içinde gül bizdedir “adlı şiirinde “Şeyh Edebalı ya da bir arif zat Osman Bey'e şöyle söylerdi belki;” diye bir giriş yaptıktan sonra şiire şöyle başlamış:

“Doğdukça bu günüm, ay'ım,

Sarılacak kol bizdedir.

Eyi dinle Osman Bey’im

Hakk’a giden yol bizdedir.

………..”

Yunus Emre şiirinde “ -ası değil” ayağını kullanmıştı:

“Mana eri bu yolda melül olası değil,

Mana duyan gönüller hergiz ölesi değil.

Ten fanidir can ölmez, gidenler geri gelmez,

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”

Mehmet Ali Kalkan, aynı ayakla bir başka anlam ve güzellik halesi oluşturmuş:

“…

Baş ola göğe değe,

Baş ola boyun eğe,

Durmamışsa çiçeğe,

Meyve olası değil.

…….

Ufuklar Ardı Bizim, Ötüken Yayınları arasında çıktı. Bütün internet kitap sitelerinden veya yayınevinden temin edilebilir. www.otuken.com.tr

Önceki ve Sonraki Yazılar