MENSURELER, RIZA BEŞER VE FEYZİ HALICI

Hasan Durak ve İhsan Öztürk’ün repertuarımıza kazandırdığı bir Erguvan türküsü var. Hatırlayacaksınız:

“Bir ay doğar ilk akşamdan geceden, neydem neydem geceden

Şavkı vurur pencereden bacadan

Dağlar kışımış yolcum üşümüş nasıl edem ben

Uykusuz mu kaldın dünkü geceden neydem neydem geceden

Uyan uyan yâr sinene sar beni

Dağlar kışımış yolcum üşümüş nasıl edem ben?...” “

 

Ne zaman dinlesem, yakından tanıdığım, sayıp sevdiğim hayatı, sanatı ve şiirlerini kitap yaptığım ağabeyim Rıza Beşer’in “Yolcu” odaklı mensurelerini hatırlarım. Bir başka anlatımla, Yolcu mensureleri bu türküyü, türkü Rıza Beşer’in yolcu mensurelerini çağrıştırır. İşte rast gele biri:

“ … Bana sevmeyi, yaşamayı öğreten gözlerinden gözlerimi ayırmak istemezdim. Yalnız o gözlerde kendimi bulmak için yaratılmış olduğuma inanırdım. Gözlerine baktıkça da sana tapınır ve her bakıştan kıskanırdım. Seni sevmem, sana âşık oluşum, bir saray bahçesi bahçıvanının sultanına âşık oluşu gibi bir şey... Ama sen taş yürekli değildin Yolcu! Sevda sunan gözlerin, gözlerimi arardı, sevgime saygın vardı. Şimdi neredesin?”

 

Bu tür yazıların karşılığı edebiyatımızda “mensure”lerdir. Mensurelerde, duygu yoğunluğuna ve imgelerle iç uyuma önem verildiği için, dilbilgisi kurallarına uygunluk aranmaz. İlk örneklerini 19. Yüzyılda Fransız edebiyatında görüyoruz. Bizim edebiyatımıza Şinasi’nin Fransız edebiyatından yaptığı şiir tercümeleri ile girdi. Fransız edebiyatından etkilenerek "Servet-i Fünun"cuların da denedikleri bir tür oldu... Mensureler biçimsel olarak düz yazıya, anlatım ve üslup olarak da şiire benzer. Olay, ahenk ve ritim unsurlarıyla yazılırlar. Bir başka anlatımla mensureler, ölçü ve uyak koşuluna bağlı kalınmadan, düz yazıyla şiirsel söyleyişin amaçlandığı yazıdır. Mensur şiirin Türk edebiyatındaki ilk örneklerini Halit Ziya Uşaklıgil verdi. Mehmet Rauf, Ruşen Eşref ve daha bir birçok yazarımız başarılı eserler verdiler. Şairlerimiz içinde bu alanda en güçlü örnek veren Feyzi Halıcı oldu. Feyzi Halıcı’nın duygu, düşünce, yaşam ya da hayallerini şiir inceliğinde anlatan düzyazıları vardı. Feyzi Halıcı’nın mensurelerinden bir bölümü “Selçukya Güzellemesi” adlı kitabında yer aldı. Kitapta altmışaltı mensure yer almakta. Her birinde Feyzi Halıcı’nın büyük bir başarı ile şiirselliği sağlamak için cümlede iç uyum gözettiği ve imgeden, şairane benzetmelerden ne kadar güzel yararlandığı görülmektedir. “Selçukya Güzellemesi”nin sayfalarından bir örnek aktarıyorum.

BEKLERKEN

Uzak bir kıpırdanış. Simsiyah iplik; bembeyaz bir iğne. Zaman kıskacında bir gül yaprağı tiril tiril. Pembe beyaz gülücüğün ürkekliği. Yabancı gölgeler. Bu gelen toz pembe adım da ne? Hangi pergelin çizdiği dairedir ki, bir şekerli suda bir sevgiyi dolu dolu şekillesin, yankılasın, yansıtsın. Süt güğümleriyle, ağaran, belki de toz-pembeleşen bir günaydınlı sabah... Siz miydiniz o ay motifli başörtüsüyle balkonları büyüten sarmaşık, ilk aşk çağrısı, ilk özlem öpücüğü? Bir mangal sıcaklığında irice gözlerin. El değmemiş ormanlarda, adım değmemiş patikalarda bir duyarlığı parselliyor. Tedirgin bir titreşimde süt, kaymak kesiliyor; dişi harfler, dudak. Her şeyden ve aynalardan o kadar uzaksınız ki! Makaslar sivri sivri, yolların düğümüne karşı. Düşünüyor olmalısınız. Bir o kadar cömertsiniz. Deniz başaklarında ekmek türküleri. Kuşlu nalınlarda sizin o öpülesi kehribar topuklarınız. Gün ağartan, muştucu soluğunu, can evime nişanlıyorum. Bir renk duşu ve düşü içindeyim. Yudumunda belirlenen kahve falı, benim. Yoluna çayır, çimen, benim. Sabır taşımsın, mihengimsin, dengimsin, doyumsuz ahengimsin. Pergel tanımayan çengimsin. Kırkikindili sulardayım, akarsulardayım, bengi-sulardayım. Bu suları hiç unutamıyorum. O suların panteri, söylesene ben miyim? Sen nicesin, nerdesin? Niçin öylecene sorgu sualsin? Ne mene arzuhalsin? Güzelsin nar tanem, bir tanem, gül tanem, gönlüme vebalsin. Her şeyden öte bir ömre sığmayacak kadar dolu kanat, dolu bahçe, balsın. Oğulsun, kızsın, kızansın. Gönlüme harfsiz destan yazansın. Duramıyorum bu erce sabahlarda. Yoluma seni vuruyorum. Ah bilsen aklımca neler kuruyorum. Sensiz geçen zamanlar zaman değil, düşündükçe kahroluyorum. Suda yansıyan, benim sana olan sevgim. İsmi konmamış zamandan daha öte, daha hızlı bir kavramsın. Sana yetişemiyorum, seni kavuşamıyorum. Sensiz sende yaşayamıyorum. Duydun mu bir gong vurdu, tozpembe. Gördün mü bir yıldız kaydı. Gönlümdü, yıldızın yörüngesi. Adımlarımdı o ışık demeti. Seni geliyordum, sana doğru. Güzelliğin ipliği ellerindeydi. Uçurtma yap, uçur beni gönül ufkunda! Seni duruyorum çiçek çiçek. Seni oluyorum, dolu-gerçek. Kırtlama çaya bir şeker daha, değil. Sen hepsisin, sen hep'sin. Süre-gelensin, dura-gelensin, vura-gelensin, yokluktan vara gelensin. Bu kalabalıklar niye? Niye bu tedirginlikler? Yeni bir yorgunluğa yeniden yem olmak niçin? Bir tadımlık notalardan bir kadeh yapmışım koskocaman. Şimdi sabah, aşikâr. Şimdi bir nihavent şarkı... Ve asma yapraklı bir yol, seni bir incir yaprağına çağırıyor. Ne dersin? Güzelden güzel, düşten tatlı bir üçgen. Bir gülâbdanda gül sularıyla oğulmuş omuz başları. İpek pelerinde çifte dut ucu titreşimi. Sonra sevilesi ve öpülesi bir yarım ay kavsi. Hiyeroglif dudaklarında şeffaf bir yaşama sevinci. Bir sıcaklığın soluk soluğa parmak uçlarına dönüşümü. Birazca durmak sere serpe uzanmak ve düşünmek, burada! Bekle bakalım, Cennet kuşu hangi parmağından? Zamanı aşıyoruz. Beraberce seninle sana yaklaşıyoruz. Ve sütü, o bembeyaz, o yapışkan bakraç sütü, kaymağa dönüşme pahasına tekmil beyazlığına, pembe beyazlığına, alabildiğine döküyorum, şiirin ve musikinin çengi alev dizelerine, notalarına... “Elma dersem çık, armut dersem.” cümleyi tamamlamıyorum. Bu tat hep böylecene olduğu yerde kalsın!

Önceki ve Sonraki Yazılar