SUTÜVEN ve HASAN BOĞULDU

Dünkü yazımda yalnız Edremit’in değeri değil, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin büyük ustalarından Mustafa Seyit Sutüven’i anlatmıştım. Bu şairimizin hepiniz tarafından iyi tanınmaması taşrada yaşıyor olmasıydı. Oysa ben, şiirin yoluna düşenlerin, ya da düşmek için kıyısında köşesinde dolananların hiç olmazsa dünkü yazıma özellikle aldığım Mustafa Seyit’in Sutüven şiirini döne döne okumalarını çok isterdim. Okuyanlar kuşkusuz; “Şiir böyle de yazılırmış. Bir şiirin içine binlerce yıllık tarih böyle sıkıştırılırmış. Şiir kıtasını üç dizede bırakıp, dördüncüsü sizin hayal dünyanıza bırakılabilirmiş.” diyeceklerdi. Okuyanın sayısı kırk kişiyi bile bulmamışsa, bu benim beceriksizliğimden olsa gerek.

Sevgili dostlarım arkadaşlarım, Mustafa Seyit’e soyadını veren ve önceki yazımda metnini verdiğim şiiri yazdıran Sutüven Şelâlesi Edremit’in Cennet köşelerinden birinde. Halk arasında daha çok Hasan Boğuldu adıyla anılıyor.

Sutüven’e, gitmek için, Altınoluk - Edremit karayolunun 20. km’sinden sola, dağa doğru Zeytinli Köyü sapağından giriyorsunuz ve köy çıkışındaki dar köprüden hemen sonra Beyoba köyüne ulaşıyorsunuz, Bu köyün girişinden sola inen toprak yolu izlerseniz, Sutüven şelâlesine ve Hasan Boğuldu göletine bir başka adıyla “Gökbüvet”e ulaşabilirsiniz.

Kimine göre, Mustafa Seyit, şiirini yazdığı bu şelâlenin adını soyadı olarak aldı. Kimine göre de, Mustafa Seyit’in soy adı, şelâleye verildi. Ancak “Sutüven adı nereden geliyor?” sorusuna buradaki köylülerin verdiği yanıt ilginç:

“Sutüven, aslında ‘su’ ve ‘tüven’ kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Su, bildiğimiz su. Tüven ise, ‘tüymek’ yani ‘hızla kaçmak, sıvışmak, sıçramak’ kelimesinden türeyen, tüyen ‘kaçan’ kelimesinin yöresel kullanılış biçimidir. Şelalede su hızla aşağı aktığı için, zamanında bu şelaleden ‘Tüyen Su’ anlamında ‘Sutüven’ denilmeye başlanmış ve bu isim bugünlere ulaşmış.”

Demek oluyor ki, bu ad yüzyıllardan beri şalâlenin adı.

Şimdi gelelim “Hasan Boğuldu”ya:

Annesi Edremitli olan Sabahattin Ali, “Hasan Boğuldu”nun efsaneleşen öyküsünü yazmış. Bu öykü zaman içinde filme de alınmıştı. Şimdi Edremit’in Arıtaş, Avcılar, Beyoba, Bostan, Çamcı, Çamlıbel, Çıkrık, Dereli, Doyran, Hacıaslanlar, Kavlaklar, Kızılkeçili, Mehmetalan, Karga, Ortaoba, Pınarbaşı, Tahtakuşlar, Yaşyer, Yaylaönü, Yolören gibi köylerinde hemen herkes bu efsaneyi nakleder. Benim dinlediğim efsaneler de yazılanlara yakın. Bazı farklılıklar var. Şöyle özetleyebilirim:

Bundan yüz on yıl kadar önce, 1500 metre yükseklerdeki Sarıkız tepelerinde Yörük Türkmenleri obalarını kurmakta, hayvanlarını otlatmaktadır. Çarşamba günleri oba halkından bazıları Zeytinli köyünden geçerek Edremit pazarına iner, yünlerini, yağlarını, ballarını, yoğurtlarını satar, bazı gereksinim duydukları nesneleri alarak obalarına çıkarlarmış. Edremit’e inenlerden biri de Yörük güzeli Emine’ymiş. Bu gel-gitler sırasında, Edremit Pazarı’nda Zeytinli Köyü'nün yakışıklı delikanlısı Hasan ile Emine göz göze gelmiş ve bir birine sevdalanmışlar.

İki sevdalı her Çarşamba günü buluşurlarmış. Emine beş saatlik yoldan getirdiği sütü, peyniri, balı Hasan'a verir, bahçıvan olan Hasan'dan ihtiyacı olan sebzeyi alırmış. Pazar dönüşü birlikte Zeytinli Köyü'ne kadar yürürlermiş. Emine oradan dağ yolunu tırmanmaya başlar, zor koşullar içinde obasına dönermiş.

Sonunda evlenmek için kavil kurmuşlar. Durumu yolu yordamınca, büyüklerine çıtlatmışlar. Emine’nin Yörük babası kızını yabana vermek taraflısı değilmiş. Hem oba içinde Emine için yanıp tutuşan, dünür üstüne dünür gönderen onlarca delikanlı varmış. Hasan iç güveyisi olmaya bile razı olmuş. Oğlunu çok seven annesi de aşk denilen illetin ne yaman bir şey olduğunu bilenlerdenmiş. İzin vermiş. Bütün oba halkı, ovalı birisinin oba koşullarına dayanamayacağını söyleyip bu işe karşı geliyorlarmış. Hasan ise, “Eminem için her zorluğa dayanırım” diyormuş.

Emine’nin obası, Hasan'ın zor doğa şartlarına dayanıp dayanamayacağını sınamaya karar vermişler. Hani Barış Manço’nun “İşte hendek işte deve” şarkısında olduğu gibi. Sınav başarılı olursa Emine'yi istemiş olan obanın gençleri de yiğitlik gösteren Hasan'ı kabulleneceklermiş. Hasan annesi ile helalleşmiş. Sınav gereği kırk okka tuz dolu çuvalı sırtlamış. Emine’yle obaya doğru yola çıkmışlar. Zeytinli’den sonra önlerinde dört saatlik zorlu bir dağ yolu varmış. Bir saat sonra Beyoba Köyü'ne varmışlar. Tuz Hasan'ın sırtını yakmaya başlamış. İkinci saatte şimdiki Sutüven Şelalesine ulaşmışlar. Yol dere içinde kaybolmuş, taştan taşa atlamak Hasan'ı yormuş, dizleri titremeye başlamış. Gökbüvet'e geldiklerinde Hasan'ın gücü tükenmiş, yere düşmüş. Emine Hasan'ı yüreklendirmeye çalışıyormuş. Ama, sırtında yaklaşık altmış kiloluk tuz torbasıyla Hasan’ın ayağa kalkacak hali yokmuş. Emine'ye, başka yere kaçmak için yalvarmış.

Emine ise “Oba’nın törelerine karşı gelemem. Hem ben anama, atama söz verdim. Söz bir Allah bir!” diyormuş. Hasan'ın yalvarışına aldırmamış, çuvalı kendisi sırtlayarak obanın yolunu tutmuş. Hasan çocuk gibi ağlıyor, haykırıyormuş:

“Emine beni bırakma, senin köyüne gelemiyorum, köyüme de dönemem gayrı" Hasan'ın çığlıkları derenin uğultusuna karışıyormuş. Bir süre sonra duyulmaz olmuş. Ama o haykırış, o yalvarış Emine’nin kulaklarından bir türlü silinmiyormuş. Obaya vardığında gün akşam olmuş. Emine’nin içi kan ağlamaktaymış. Pişmanlıklar içinde kıvranıyormuş. Geri dönmek istemiş. Anasına, atasına yalvar yakar olmuş. Gece vakti, zifiri karanlıkta ormana gidilemeyeceğini söylemişler, “Hele bir sabah olsun!” diye ekmemişler.

Emine’nin gözüne uyku girmemiş. Tan ağarırken Hasan’ı bıraktığı Gökbüvet'e koşmuş. Koşmuş ama, Hasan’dan ne ses, ne nefes varmış. Dere boyu gitmiş, dağlar düzlükler aşmış. Yer yarılmış Hasan içine girmiş gibiymiş. Zeytinli’ye Hasan’ın anasına koşmuş. Hasan yokmuş. Telaşla Erdemit'e ulaşmış. Kimse Hasan'ı görmemiş. Bir daha obasına geri dönmeyen Emine, kulaklarında Hasan'ın onu çağıran sesiyle dere boyunca mecnun gibi dolaşmış durmuş. Sonra bir gün, Hasan'a yadigar verdiği yazma mendili Gökbüvet'in çılgın suları içinde bir dala takılı görmüş. Artık ağıt üstüne ağıt düzmeye başlamış:

“…Zeytinli’den Beyoba’ya gider mi

Sevda yolarında çile biter mi

Ayrılığın yarası tuzla pişer mi

Dağlardan yankımış sesi duyulmuş

Yaşayamam gayri Hasan boğulmuş

Uzaklardan sesin aldım da geldim

Çevreni derede buldum da geldim

Nere gittiğini bildim de geldim

Takatı kesilmiş burada yığılmış;

Yaşayamam gayri Hasan boğulmuş. ..”

Emine öyle bir figan etmiş ki, sesi ormanlardan kayalardan yankılanmış. Bu yankıyan sesle, cümle ağaçla, kutlar kuşlar da yanmış yakılmış.

“Hasaann! Yanına geliyorum!”

Dala takılan çevreyi alan Emine kendini bir ulu çınara asmış. İşte o gün bu gün o gök büvetin adı “Hasan Boğuldu” Oradaki ulu çınarın adı da “Emine Çınarı” olmuş.

Gerek Sutüven şiiri ile gerekse mitoloji ile Sarıkız ve Hasan Boğuldu efsanelerini kıyaslayıp yorumlar yapmak mümkün mü? Niçin olmasın:

Paris’in ölmek üzere İda Dağı’na bırakılmasından binlerce yıl sonra, Sarıkız ölmesi için Kazdağı’na götürülmedi mi? Yaralı Paris’in yardım istemine karşılık vermeyen peri kızı Oinone, Paris’in öldüğünü anladığında pişmanlık içinde kendini öldürmedi mi? Aynı şekilde Emine de Gök büvet’in başında Hasan’ın yalvarmalarına aldırmayarak ölmesine sebep oldu diye, kendisi de pişmanlık içinde Hasan’ın yanına gitmek için canına kıymadı mı?

Sevgili arkadaşlarım, yarın bir başla Edremitli değerden. şiir dünyamızın meçhulde kalmış ustasından söz edeceğim. Adı: Mehmet Çakırtaş...

Önceki ve Sonraki Yazılar