Metin Uysal
BİR ASKERİN ANILARI (EDİRNE-1)
Edirne, Edirne!
Serhat şehrimiz, benim ilk görev yerim, ilk göz, kulak, beyin, yürek ağrılarımın ili...
Buraya sırf yakın arkadaşımla birlikte olmak için, İstanbul Hasdal’ı değiştirerek (becayiş)gelmiştim. O yıl buraya dört kişi atanacaktı; üçü Edirne içine, biri Süloğlu Garnizonuna.
Sene 1977, halen Ankara Etimesgut’da sınıf okulunda iken hiç de normal olmayan, siyasi ortama uygun bir zeminde eğitimimizin son haftalarında, sanırım Temmuz sonları olabilir, birdenbire olmayan bir ders ve hocası ortaya çıktı. Bizim neler olduğu hakkında bilmiş olmamız mümkün değildi, ayrıca belirleyici de olamazdık.
Her zamanki disiplin anlayışı ve uyumluluğu içinde, yeni derse ve hocamıza alışmaya çalışıyoruz, ancak ortada çok büyük garabet vardı. Gelen binbaşı bize açık açık kontrgerilla dersleri vermeye başladı. Herkeste bir tedirginlik, bende de isyan duyguları zirve yapmış durumdaydı.
O sene tank sınıf okulu yüksek ağırlıkta sol görüşlülerin egemenliğinde birkaç tane sağ görüşlü olsa da çoğunluğa uyuyorlar veya biz öyle sanıyoruz.
Sonunda ilk patlayan ben oldum, dersde binbaşıya: “Bu yaptığınız suç, bunları söyleyemezsiniz“ benzeri sözlerime arkadaşlar da katılınca, sesini yükselterek ve hakaret ederek devam eden subayı sınıfdan kovaladık.
Meğer bir darbe planlanmış, bizi de eklemeyi istemişler. Tam nasıl olduğunu bilmiyorum, fakat bir şekilde darbe girişim halinde kalmış. Tabii, olan bize oldu. Bu arada kuvvet komutanı görevden alındı ve bu süreç içinde bizim eğitimimiz bitti, yemin de ettik, fakat bekliyoruz; zira bizim atamamızı yapacak komutan henüz atanmadı ve süreç uzadı.
Sonunda komutanımız bize “başınızın çaresine bakın, biz artık size burada barındıramayız, yemek veremeyiz. Bu nedenle eve gidin, olayları takip edin. Diplomalarınız imzalanınca kura çektiğiniz birliklere gidersiniz“ benzeri bir nutuk çekti.
Kimimiz Ankara’da tanıdıklarının yanında kalmayı, ancak çoğunluk memleketine gitmeyi tercih etti. Bu arada biz Edirne’ye gidecekler, kendi aramızda anlaşma yapıp, Edirne Orduevi'nde buluşmak üzere ayrıldık.
Eve gidip beklemeye başladım. O zamanlar cep telefonu olmadığı gibi, sabit hatlı ile başka ili aramak da ömür törpüsü!
Neticede, benim aklımca antlaştığımız tarihte Edirne’ye varıp, Orduevinde arkadaşları beklemeye başladım, gelen giden yok...
Garip şansım da her zamanki yapacağını yaptı. Kime sorduysam, benim birliği bilen, ne subaya, ne de astsubaya rastlayabilim.
Sonunda iki ihtimalden biri deyip, Karaağaç Garnizonuna giderken yolda birine sorunca, yine yanlış yere gittiğim belli oldu. Meğer Tunca Kışlasına gidecekmişim. Oh çekip harici elbise ile birliğe vardım.
Allah, Allah! Hiç kimse yok ortalıkta! Zorunlu birkaç kişi dışında kimse yok.
Tank Taburu karargahını öğrenip oraya vardığımda, bir reo kamyonu geldi, aşağıya bir yüzbaşı indi. “Metin Uysal mı?” diye sordu. Ona yönelince “araca bin, Domuz Alanına git ben geliyorum” dedi.
İlk emri almıştım, ama Domuz Alanı neresi idi! Neyse ki, şöför biliyor.
Vardığımızda herkes çadır kuruyor, birkaç Sb. ve Astsb. kümesi gördüm, herkes yanıma geldi. Hoşgeldin, dediler.
Meğerse o yıl tabura tek atanan kişi benmişim ve herkes gıyabımda beni biliyor.
Birlikler o gün Eylül Tatbikatına çıkmışlar ve anladım ki, benim buluşma tarihimde ciddi yanlışlık var. İstemeden on gün falan birliğe geç katılmıştım.
Normalde bu cezai işlem gerektirir. Fakat kimsenin aklından bile geçmiyor. Sanki geldiğime şükretmiş gibiler. Gördüğüm yüzbaşıda benim Bl.K.nımmış !
Akşama doğru hava bozmaya başladı. Benim üzerimde yazlık harici elbise var, eğitim elbisem yarın hazır olacak. Aslında yaşadığımız anormallikler olmasa, eğitim elbisesi ile gelecektik. Ama verilmemişti!
Yemekten sonra genel maksat çadırında çay içilip sohbet ediliyor; ilgi odağı benim, herkes beni sevmiş görünüyor.
Bl.Astsb.mız 1962 mezunu babacan bir Kd.Bşçvş.Tabur K.nı ve diğer komutanlarla tanıştık, herşey iyi gidiyor, derken rüzgar şiddetlendi ve soba devrilme tehlikesi geçirdi. Önceleri kontrol edildi, ancak iş ciddiye varınca, soba söndürüldü ve çadırlarımıza yatmaya gittik. Beni Tb.un akaryakıt mühimmat sorumlusu astsb.ın (Çengiz abi) yanına verdiler. Getirdiğim kampetime uzanıp, rüzgar sesi, yağmur sesi içinde uykuya daldım.
Bir müddet sonra, soğuktan titreyerek uyandım. Üzerime yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor ve zifiri karanlık içindeyim, yatağa elbise ile girmiştim, ancak ayakkabıları bulamıyordum. Üzerimde fener falan yok, tam bir afet ortasında kalmışım.
Salak salak etrafa bakarken bir ses duydum ”kardeşlik” yanımda ki astsb.bana böyle sesleniyordu. Elinde fenerle çıktı geldi. Meğer bizim çadır uçup gitmiş. Onun da zimmet dosyası uçmuş. Onu arayıp bulmuş. Ortalık çamur, beni sırtına aldı bir müddet gittik. Bizim Dursun Bşçvş.Reo ile bekliyormuş, beni ona teslim etti.
Her tarafım çamur ve sırılsıklamım kışlaya gittik, biraz kurulandık, ancak henüz kış gelmediği için, sobalar yanmıyor. Bana depodan kuru elbise verdiler, asteğmenlerle ben erlerin koğuşunda yattık.
Aman Allahım, birlikteki ilk günüm tam bir kabustu.
O kadar yıl Eylül tatbikatına çıktım; sonradan buna benzer bir olay hiç yaşamadım!
O gece taburun bütün çadırları uçmuş, askerler silahlarını bırakıp, yakın olan kışlaya sığınmışlar, kaybolan eşyanın haddi hesabı yoktu!
Sanırım üçüncü Bl. biraz daha dirayetli davranıp çadırları tanklara bağlamışlar, savaş olmadan ricat etmiş gibiydik!
Ah Edirne, bana böyle hoşgeldin yapmıştı…
Bir müddet herşey yolunda gitti ve ben taburun en sevilen kişilerinden biriydim. Bu arada arkadaşlarımı bulmuştum.
Esvet Orduevinde kalıyorlarmıi; eh zaten ben de orada kalıyorum, başka çaremiz yok gibi. Alternatif birlik içinde kalmak, ama ikimizin de niyeti yok.
Fakat bir müddet sonra herşey olması gerekeceği gibi, ters ters gitmeye başladı.
Önce Orduevinden kovulduk (bu başka bir yazının konusu olsun) sonra neredeyse kurşunlanıyorduk oh be ! sonunda normal yaşam, dansına başlamıştı…
Bu yazıda Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin benim bildiğim ve duyduğum en olmadık olayını anlatacağımdan dolayı, ara olayları es geçip buraya odaklanacağım.
Herşey bir sarhoşluk iddiası ile başladı, aynı evde kaldığım Eskişehirli arkadaşımla (Ümit astsb.) biraz içtik, çakır keyfi aştık. Bizi durduracak olan Esvet yanımızda yok.
İş nasıl vardıysa, iddialaşmaya vardı. Birbirimize en olmadık işleri nasıl yapacağımızı göstereceğiz.
Arkadaşım, Edirne’nin en lüks oteline gitmemizi istedi, yiyip içip para vermeden çıkacağız dedi.
Hala tam bilmiyorum; dediği gibi de oldu, o bir sıfır galip. Benim de gol atmam lazım.
Nerden aklıma geldiyse, birden yolun ortasına çıktım ve ilk gelen aracı durdurdum. Yer Edirne Kapıkule yolu üzerinde, şehrin dış kesimindeyiz. Üzerimde siyah pardesü var, kravat falan tam tekmilim.
İlk araç durdu, hemen kimlik ve ehliyet istedim. Adamcağız bir şey demeden çıkarıp verdi. Kontrol eder gibi yaptım ve dur işareti verdim. Sonraki araçlar da mecburen durdular.
Arkadaş uzaktan beni seyrediyor; amacım yolu uzun süre trafiğe kapayıp sözde “olmayacak iş becereceğim!”
Ancak olayların hiç tahmin edilmeyecek yerlere evrileceğini ve ne bileyim ben olabilecekleri…
Artık işi kanıksamış durumdayım, zaten ülkede sıkıyönetim var, Edirne’de de uygulanıyor.
Hiçbir şöför “arkadaş sen kimsin, necisin?” demiyor. Zaten bizim toplumu iyi tanıdığıma güvenerek bu işe soyunmuştum ve işlerde tıkırında gidiyordu.
Yavaş yavaş araçları salıveriyorum, ancak gecenin karanlığında kilometrelerce uzanan kuyruğu görüp arada arkadaşa gösteriyorum, benim golüm çift yazılmalı!
Bir süre sonra yolun kenarında bir grup asker, başlarında onbaşı göründü. Hemen onları yanıma çağırdım. Hepsinde makineli tabanca vardı. Bunlar merkez komutanlığına bağlı askerlerdi.
Onbaşı koşarak geldi ve esas duruşa geçip “emret komutanım” dedi. Yanımda durmalarını söyledim. Hiçbir ilişkimiz olmadığı halde, hepsi emre uyup, yanımda konumlanıp, silahları ellerine aldılar.
Tamam işte! Yeni bir gol daha, keyfim yerinde; artık hiç kimse itiraz da edemez. Uzun süre sonra, sıra bir TIR aracına geldi. Adam içeride tedirgin duruyordu veya bana öyle geldi. Araçtan inmesini söyledim, mecburen indi. Fakat artık adamın panik içinde olduğunu görebiliyordum. İyice işkillendim, "kapağı aç" dedim adam, döndü kaldı.
”Komutanım bu araçlar mühürlü açamam“falan deyince, zaten alkol ile bulanmış beynim zıvanadan çıktı. Askerlerde silahı üzerine doğrultunca, adamcağız istemeye istemeye mühürlü kapağı açtı.
İçerideki sandıkları da açtırınca, TIR'ın binlerce silah taşıdığı ortaya çıktı.Tamam, "ya herrro ya merro" durumu ve ben asla pes etmem!
Uzatmıyayım; olay bir anda Türkiye siyasi gündemine bomba gibi düştü. Her kafadan bir ses çıkıp, rakiplerini suçladı. Ancak bu olay benim sandığım kadar sıradan bir kaçakçılık olayı değildi.
Daha sonra “Yankı” dergisini okuyunca, biraz olsun olayın vahametini anladım. Hani, Allah'tan yazı ve haberlerde benim adım geçmiyordu.
Zaten iş bir sarhoşun zerzekliğinden çok öteydi. Elbette bu olay sayesinde tümen komutanının gözdesi de oldum. Bu komutanımız Kemalist bir subaydı; kendisini de çok severdim. Daha önceki Tümen Komutanı işi gücü bırakıp, benimle iki yıla yakın uğraşmış, sayesinde Edirne’nin yüzünü göremiyor, durmadan hapse girip çıkıyordum.
Gerçi gidişi de (Ecevit hükümetinin bir kararnamesi veya her ne ise, ordudan atılmasında da benim ciddi payım olacaktı. Bu da ayrı bir yazının konusu olsun…) sayemizde olmuştu. Belki de yeni komutana bu görev tombaladan çıkmıştı. Elbette bu durumu bilmiyorum, ancak benzeri olay Sarıkamış’ta olmuş ve terfi imkanı olmayan bir tümgeneral bizim 9ncu Tüm.K.nın istifası nedeni ile Tüm.Gn.İlham (soyadını iki İlhan'la karıştırdığım için yazmıyorum) bir anda korgeneralliğe terfi şansı yakalamış, ancak çok kötü değerlendirip, sanırım intihar etmek zorunda kaldı. (gerçi intiharını oğluna bağlayanlar da vardı; yani net bilmiyorum)
Bu bilgilere göre, muhtemelen bu sonuç olmuş olabilir diyorum. Çünkü kendisi darbe yetkililerinin hoşlanacağı generallerden değildi. Daha sonra tesadüfen tümen karargahında bir arkadaşımla sohbet ederken, tümen komutanının denetleme için Bulgaristan sınırındaki birliğe gittiğini öğrendim. Fakat aynı anda çok garip bir olay daha oldu.
İçgüdülerim beni tedirgin edince, nöbetçi arkadaşı da ikna edip telsizle kendisini aradım “şüpheli durum olduğunu yolda kendisine suikast girişimi olabileceğini“ söyledim. Gerçekten de doğruymuş. İşler çığrından çıkmıştı. Birileri silah kaçakçılığı işinin eşelenmesini istemiyordu. Zaten olay artık tamamen siyasi boyuta taşınmış, “bu kaçak silahların ülkeyi karıştırmak için sağ ve sol gruplara verildiği yazılıp çiziliyordu”.
Komutan ise, bu olayı çözmeyi kafasına koymuş, benim bilmediğim girişimlerde de bulunduğu kesin gibiydi. Ancak bu kadar silahın kaçak girişinin basit bir olay olmadığı, büyük olasılıkla işin içinde yabancı istihbarat güçlerinin de devrede olduğu belliydi.
Elbette bu güçlerin ülke içinde önemli yetkililerle bağı da olması gerekiyordu. Kısacası, araştırmaya devam edilirse, ortaya pislikler saçılabilir ve birileri o pislikte boğulabilirdi...